5 Aralık 2011 Pazartesi

I've got the power.

Bi kaç nefes öncesi var hikayenin, chaturangada başlayıp, chaturangada devam eden ve haaala nefes al chaturanga, nefes ver, chaturanga, nefes al, chaturanga, nefes ver chaturanga, nefes al chaturanga, nefes ver ve artık yüzükoyun yere in diyecek tabii ki derken, ne diyor dersin? Chaturanga! Çatır çutur bir chaturangadır gidiyor da bir chaturangaya bu kadar nefes, pes doğrusu! Önce dizlerim pes ediyor. Herkes orada nefes alıp verirken ben nerdeyim, bilmiyorum. Dizlerimin yerle temasını hissediyorum ve tabii başka bir çok şey. Gözlerimin önünden terler yağmur gibi iniyor. (Terleyen bir insanım yani ben?) Elim kolum, dizlerim, bacaklarım yabancı bir dilde titriyor. Göğüs kafesim alışkın olmadığı bir ritmde açılıp kapanıyor. Kalbim gidebilecek daha uzak bir nokta var mı, onun araştırmasında…  Sabahtan beri urdhva hastasana’dan uttanasana’ya uzuuuun yollardan gidiyoruz, ama herşeye rağmen, biraz sonra başıma gelecekler hakkında en ufak bir fikrim yok.

Pincha mayurasana ve ellerimi dirseklerimin olduğu yere yerleştirdiğim anda, hop kalça, hop leğen kemiği, iki bacak, havadayım.. Bu kadar kolay olabilir mi pincha mayurasana derken chaturanga’ya bu geçiş ne alaka? Yukarıda kalmak istiyorum ben. Ama beden beni dinlemiyor, beden asi, beden huysuz. Çaaat ellerin arasına doğru kayıyor başım ve anlaşılmaz biçimde göğüs kafesim de sadakatle onu takipte. Çaaat diye chaturangadan geçerek yere geliyor beden. Ben böyle güzel inmek görmedim, kendi inişime hayran, inmekten fenalık geçiriyorum. İstemiyorum ki bir yere gitmek. Bir kere, iki kere, üç kere, pes ediyorum artık. Bir gülme geliyor. Anladım ki bugün olmayacak pincha mayurasana, demek bugün günlerden başka şey… Akışta olmayan, ters duruşta oluyor. Kaç chaturanga kaçırdıysam, o kadar chaturangaya düşüyorum kendi ellerimin arasında. Anladım ki mat, kendinden kaçmaya çalışmak için doğru yer değil.

Çokça gülerek, içlerden kimbilir neler geçirilerek geçildi aşağı bakanlara, plankten yüzüstüne, bolca terleyerek.. Meğer ben o terle başka toksinler atmışım. “Ara” dediğinde neredeyse uçarak gidiyorum üstümü değiştirmeye. İçimde bir kendini dışarı atma telaşı, yüzümden süzülenleri hala ter zannederken inatçı ve şapşal bedenim, anlamsız hıçkırıklara boğuluyorum. Neredeyse kendime dönüp “noluyor usta?” diyeceğim, “olayın ne?” Olayın ne olduğunu bilmiyorum, içimde birtek dürtü var: koşarak, çarparak, yıkarak uzaklaşmak… 

Saçlarımı ve güneş gözlüklerimi halka karışıp tanınmamaya çalışan celebrityler gibi siper ederek yüzüme gözüme, hızla çıkıyorum kapıdan. Kendimi sokağın pek de ferah olmayan nefesine attığımda, içimdeki şey bir daha yükseliyor. Dış dünyanın havasıyla daha önemsiz gözükür zannettiğim o şey ne ise, sokaktaki kepçenin kaldırım taşlarını kaldırıp attığı gibi fırlatıyor beni bir oraya bir buraya. Birşeye yeniliyorum içerilerde, cadde üstünde değil ama arka sokaklarda yeni bir yer var ki ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. En sinir olduğum da bu. Beni soktuğu travmatik duygu bozukluğundan öte, anlamsızlığı sersemletiyor. Yarım yamalak hatırladığın rüyalar gibi, anlatmaya can attığın ama anlatacak kelimeleri bulamadığın. Hislerden ibaret ve yabancı olduğun hisler ki, konuşmaya dökemiyorsun. Etiketsiz şişede bir şarap.. Üzümünü bilmediğin için bağını soramıyorsun. Tadı nasıl? Buruk, hafif, tanenli? Bilmiyorsun işte. Bu kadar basit. İçinde dağlar devriliyor, okyanuslar taşıyor, depremler oluyor, ama neden? Bilmiyorsun. 

Korkunç…

…………………………………………………………………………………………………………………………………………..

Bütün bunlar dün oldu. İçime ata ata geçtiğimi zannederken, birçok gören göz gelip buldu beni. Oysa saklanmak istemiştim. Demiştim ki kendime “git küçücük ol, görünmez ol, kimse anlamasın”. Oysa eskiden beri yanında duranlar bazen görmüyor da, ayda yılda bir odanın en ucundaki matlarda buluştukların görüyor seni. Ürkek, kaygılı ve bir o kadar da saygılı tarif ediyorlar gördüklerini, başlangıç seviyesi bir pozu tarif eder gibi. Nefes alırken sana doğru gelmek istedim ama nefes verip sağ dizi bükerken anladım, ben kocaman bir nefesi kalbimin arkasına aldım, başımı sağa çevirirken, sen başını çevirdin sol elinin parmaklarına doğru.. Candan, sevecen ve bir o kadar da saf tarif ediyorlar gördüklerini: gözlerin sanki daha yeşil, çok yeşil. Mesafeli, çekingen, bir o kadar da dışarıdan tarif ediyorlar gördüklerini.. 

Görünüyorsun yani. Görüyorlar. Bakan, cidden görüyor seni.

Nasıl birşey resmen saydam olmak orada, başını eğsen de, ellerinle yüzünü kapatsan da, saçlarının arkasına saklansan da, bu kadar görünür olmak..

Korkunç mu?

Anladım ki mat, arkasına saklanılacak yer değil.

Sabahki uygulamanın sonlarına doğru, uttanasana’da dokundu içimdeki yere. Aa, dedim, burda böyle bir yer var, çabasız, bırakabildiğin, ama sannnki komşusu pek sevimsiz. Sen eve geldiğinde, daha anahtarı kilide sokarken pat diye dikiliyor karşına, bırak diyor, bırak gitsin.. Sakın ha dedim kendime, sakın, sakın. Hala tuttuğun bir yer olabilir, tut onu ve sakın bırakma. “Ara” dediğinde neredeyse ışınlanarak gidiyorum üstümü değiştirmeye. İçimde bir kendini dışarı atma telaşı, yüzümden süzülenleri hala ter zannederken inatçı ve şapşal bedenim, kendime dönüp hiçbirşey sormayacağım. İçimde sıkışan nefesi boşaltıp hızlıca çıkıyorum kapıdan. Ayakkabılarım yok. Geri dönüp ayakkabılarımı alıp hızlıca çıkıyorum kapıdan. Büyük otelin sırasındaki kafeye gidiyorum. Daha yolda alelacele, acemi bir taramayla çantamdan çakmağı çıkaran ellerim sigaraya ulaşamıyor. Ay bir komik geliyor bu olay bana. Ne yani şimdi geri dönüp sigaramı alıp, yine hızlıca çıkayım mı oradan? E nasıl olsa geri döneceksin. Zaten bu celebrity havaları falan, o matlardakilere pek sökmüyor şekerim. Sen en iyisi sıcak çikolatanın tadına bahane bularak kalk ve Makbuş’un sıcacık çayından iç.. 

Olayın ne olduğunu bilmiyorum, içimde bir heyecan. Yoksa ben bugünü dün mü zannettim? 


Sol bacağım dimdik havada, dirseklerim yerde, avuçlarım yeri iterken sağ dizimi büküp zıplıyorum. Dirseklerim açılıyor. Bi daha. Sol bacağım dimdik yukarıda, dirseklerim yerde, avuçlarım yeri iterken, sağ dizimi büküp zıplıyorum, ayaklarım tavana doğru giderken başım da tak diye yere geliyor. Bir daha, başka matta, sol bacağım dimdik yukarıda, kollarım full stretch, zıplamadan geri geliyorum, gözlerimi gözlerine kaldırıyorum, dün beni gören gözlerine, çocukta bile titreyerek, “kalkamayacağım” diyorum..

Anladım ki mat, mış gibi yapmak için doğru yer değil.


Ayça, 4 Aralık.

1 yorum: